30 Aralık 2013 Pazartesi

MAHREM - ELİF ŞAFAK (ARALIK AYI OKUMALARIM)


 

Arka Kapaktan:
"gözbebeği: İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez.
Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki âşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka 'gözbebeğim!' diye hitap edilir."

Altı çizilesi yerler:
*…deli kuvveti gelmiş olmalı kırk tarak dayanmaz derler deli kısmının tek bir saç telini taramaya öyle kuvvet verirmiş delilik insana… (syf,15)

*Kadınlar ne vakit bir araya gelseler evvela tepeden tırnağa birbirlerini süzer, şıppadak birbirlerinin derdini tasasını keşfeder, ancak ondan sonra hal hatır sormaya geçerlerdi.
Arkadaşlıkları tavşan uykusuna benzerdi. (syf,45)

*… “bir sürahi basiretin kalorisi bir yudum musibetinkinden azdır” kuralı burada da işler. Kısacası olmadık hayaller kurup sonradan acı çekeceğime, ta baştan kabullenmiştim beni asla kimsenin istemeyeceğini, sevmeyeceğini. (syf,99)

*Bakır rengi saç buklesinin altında “gün batarken trene veda” yazıyordu mesela; kızılın iddialı bir tonuna “nam-ı diğer fettan”,  kül rengi bir bukleye “şöminenin bildikleri”, sarı bir bukleye “doğal sarışın”, koyu kestane rengi bir bukleye ise “sobada kestane akşamları” ismi verilmişti. (syf,114)

*Tebdil gezmek, görünüşü değiştirmekti. Hemen hermen bütün padişahlar, sarayın dışında bakınca saltanatlarının neye benzediğini bizzat görebilmek için bu yola başvurmuştu. (syf,115)

*Erkek kısmının gemisi batsa batsa, gördüğü en parlak ışığı deniz feneri zannedip, dümeni sığ sulara kırmaktan ötürü batardı. (syf,132)

*Malum ya, insanın canı neresinden acırsa, kalbi orada atardı. (syf,140)

*Kendimi bildim bileli üzerimde taşıyordum bu illeti; kundağıma iliştirilecekken, yanlışlıkla etime dikilmiş bir muska gibiydi şişmanlığım. (syf,177)

*Unutmak göz temizliği. Her bahar muhakkak yapmalı. Unutmazsak yaşayamayız! Unutmazsak yaşatmayız. (syf,180)

*…sevgililik böyle bir şey işte. Mahremiyet kaybı. (syf,215)

*Yüz otuz iki kiloluk gövdemin adımlarına ayak uydurmaya çalışırken seksen santimlik sevgilim, insanlar birbirlerine bizi gösterip bizi seyredeceklerdi. (syf,263)



NAZAR SÖZLÜĞÜ:

*Adem ile Havva: Adem ile Havva, yasak elmanın tadına varınca farklılıklarını gördüler ilk defa. Utanıp incir yapraklarıyla örtmek istediler çıplaklıklarını. Ama birinde bir, ötekinde üç incir yaprağı vardı. Sayı saymayı da öğrenince bir daha hiç aynı olamadılar.
*Aşk: Aşığının kolları arasında dul kadın, “Aşk dediğin yasak olmalıdır” diye mırıldanmış, “yasak da gözden ırak olmalı.”
*Ay
*Ayçiçeği
*Ay tutulması: Gökyüzündeki Ay yeryüzündeki insanların gözlerinden saklanmayı başarır bazen. Hazır kimse görmüyorken, pudrasını tazeler.
*Ayn-el-yakin: Tanrı’yı gönül gözüyle görmek anlamına gelen ayn-el-yakin, üçüncü aşamanın ikincisidir.
*Ayna
*Babil Kulesi
*Basilisk
*Baykuş
*Cadı
*Camera obscura
*Cemal: Güzellik. Güzel yüz. Tasavvufta, Tanrı’nın iyilik ve güzellik şeklindeki tecellisi.
*Cennet-Cehennem
*Ceviz ağacı: Gördüğü her şeyi cevizlerinin kabuklarına resmedermiş ceviz ağacı. Kimse bu ağacın altında sevişmek istemezmiş bu yüzden.
*Cin
*Çekirdek
*Dabbetülarz
*Ef’i
*Elsa’nın gözleri
*Fal
*Fames
*Fotoğraf albümü
*Gözbağı: Hızın yardımıyla gerçekte var olmayan bir şeyin aslında varmış gibi gösterilerek, gözün aldatılmasına gözbağı denir.
*Gözbebeği: İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür.
Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka “Gözbebeğim!” diye hitap edilir.
*Gözcü
*Gözlük
*Halüsinasyon
*Haremağası
*Hayal
*Hayal bilim
*Hümay
*İğne deliği
*Jaluzi: İçeriyi dışarının gözlerinde kıskanan perde.
*Janus
*Kalipso: İsmi Yunanca “saklamak” anlamına gelen “kalyptein” fiilinden türemiş tanrıça.
*Kedi: Kedi gözü, insanın göremediklerini görebilir.
*Kem göz
*Keşif
*Kimlik
*Komşu Kadın
*Korse
*Koza: Çirkin tırtılların güzelleşip ortaya çıkmadan evvel kimse görmeden içinde değişim geçirdikleri korumak.
*Kör
*Körebe
*Köstebek
*Kurban: Tek tanrılı dinlerden önce neyin kurban edileceği kime kurban verildiğine bağlıydı. Antikçağ Yunanlıları tanrıçalara dişi kurbanlar sunardı, tanrılara erkek. Gök tanrılarına ak, yer altı tanrılarına kara, ateş tanrılarına kızıl renkli kurbanlar verilirdi.
Arapça krb kökünün de ifade ettiği gibi, kurban “yakın olma” anlamına gelmektedir. /Kuran’a göre tam Hz. İbrahim’in oğlunu keseceği esnada, Allah gökten bir koç indirmiş ve böylelikle insan kurban etme geleneği ortadan kaldırılmıştır. /Koçun yanı sıra deve, sığır, manda, koyun ve keçi de kurban edilmesi caiz hayvanlardandır./ Kesmeden önce kurbanın gözleri bağlanır. (syf,204-205)
*Kurşuna dizilenler
*Kurşun dökme: Eritilmiş kurşunun soğuk suya dökülmesiyle peydahlanan şekillerden mana çıkartılması. Kişinin başına, göbeğine, ayaklarına ya da odanın sağ köşesine veya kapı eşiğine dökülen kurşun eğer göz biçimi alırsa, nazar var demektir.
*Kyklop
*Lamia
*Makyaj
*Masa altı
*Merak
*Maske
*Mikrop: Gözle görülmeyecek kadar küçük kötülük.
*Model
*Morpheus: Rüyalar tanrısı, gece ile uykunun biricik oğludur.
*Mucizevi göz
*Nokta
*Oryantalizm
*Pandora
*Pamuk Prenses
*Paravan
*Pencere
*Perde
*Pervane
*Portre
*Prizma
*Rasathane
*Renkkörü
*Röntgen
*Rüya
*Sahne
*Saklambaç
*Samur
*Sarık sandalı
*Şems: Pembefiruşan Hanı’ndan çıktığında Mevlana, karşısına dikilip demiş ki Şems ona: “Ey dünyanın sarrafı, gör beni !”
*Şişko
*Taht-ı revan
*Tebdil gezmek
*Televizyon
*Temaşa: Bakma hoşlanarak seyretme. (sahne-i temaşa: tiyatro sahnesi)
*Thetreum mundi: İnanışa göre dünya, tek seyircisi olan kocaman bir tiyatrodur.
*Ultrason
*Unutmak: Göz temizliği.
*Veda
*Vitrin
*Yabancı
*Yaldızcılık
*Yalıngöz
*Yaşam: Yaşamı görmek için ayna tutarız ağzımıza. Yaşamı göremesek bile, yaşadığımızı biliriz ayna buharlanınca.
*Yay
*Yılanın ayağı
*Zahir: Tanrı’nın doksan dokuz isminden biri olan zahir, “gözden saklanmayan” demektir.
*Zaman
*Zarf
*Zayiçe: Gökyüzünün ahvaline bakarak, yeryüzündekilerin talihini görmeye, zayiçesine bakmak denir. Zayiçe, oynak yıldızların ne vakit, nerede olduklarını görmeye yarayan cetvelin ismidir.
*Zehir: Kendini göstermeden ölüme sebebiyet veren madde.
*Zeliha
*Zenne
*Zevahir: Görünüş.
*zırh: İçtekini, dışarının bakışlarından saklayamazsa, daha çabuk yenilir insan  ve daha kolay öldürülür savaş meydanlarında.
*Zıtlık: Göze sormuşlar: “En çok ne görmekten hoşlanırsın?” “Zıtlık” demiş, “bana zıtlık gösterin.” Yaratıcı tanrıça Afrodit ile yıkıcı tanrı Ares’in yasak aşkını göstermişler.
*Zihin
*Zilzal: Depremler anlamına gelen zilzal, Kuran’ın doksan dokuzuncu suresinin ismidir. Sureye göre, yeryüzü içindeki bütün ağırlığı dışarıya kusacaktır. O zaman yerin altındaki görünmeyen katmanlar, yerin üstüne çıkıp görünür olacaktır.
*Zina: Zinanın ispatlanabilmesi için dört erkek şahidin işlenen suçu bizzat gözleriyle görmüş olmaları gerekir. Şahitlerin aynı şeyi görmeleri yetmez; bir de gördüklerini aynı şekilde ifade etmeleri beklenir. Eğer içlerinden biri gördüklerini şüphe uyandıracak biçimde ifade ederse, öteki şahitlerin ifadeleri yalan, suçlama asılsız sayılır.
*Ziya: Kendinden başka her şeyi görünür kılan şey.
*Zorba
*Zühre: Derler ki, aşk da unutulurmuş her şey gibi. Hem de yaşanıp bittikten, soğuyup küllendikten sonra değil, tam da doludizgin devam ederken unutulurmuş aşk.
Neyse ki, Zühre yıldızı varmış göğün üçüncü katında. Halen aşık olup olmadıklarını ve eğer aşıklarsa kime aşık olduklarını hatırlayamayanlar, göğün üçüncü katına çıkıp Zühre yıldızının elindeki aşk aynasına bakarlarmış. Baktıklarında gördükleri yüz, aşık oldukları kişinin yüzü olurmuş.

*Zümrüdüanka

25 Aralık 2013 Çarşamba

YÜREK ÇARPINTILARI- JEAN DENIS BREDIN (ARALIK AYI OKUMALARIM)




Arka Kapak:
Fransız Akademisi üyesi Jean-Denis Bredin kahramanları için 'Yaşamda ya da bir başka yerde onların hepsine rastladım, hepsinin yüreği hızla çarpıyordu, hem de nasıl, ' diyor. 'Yürek Çarpıntıları'nın tek ve ortak bir teması var: Seven insan. Safça seven, severken kendini ele veren, sevdiği için suç işleyen, sevdiği için çizgi dışına çıkan, gülünçleşen ve yücelen insan. Başkalarının çocuklarına aşkla bağlanan bir dadı; birbirlerini hayranlıkla, gizli bir eşcinsel çarpıntıyla seven iki yeniyetme göğsünde Yahudi yıldızı taşımak zorunda kalan ve öğretmen olmaktan başka bir şey düşünmeyen öğrenci; tanıdığı ilk kadını çılgınca seven ve onun cesediyle yaşayan bir saf yürek; aşık olduğu ve cinselliği yeniden keşfettiği için cinayet işleyen bir yaşlı adam; büyüttüğü tavşana aşık olan ve onunla 'resmen' evlenen bir yalnız. Cimrilik nedir bilmeyen yürekleri aşkla çarpıyor. Yalın, pırıl pırıl anlatısıyla insan ruhunun sıra dışı gizlerini sergileyen büyüleyici bir yazar Jean-Denis Bredin. 'Kulağınızı açın, her sözcüğün çarpan bir yüreği var.’
Altı çizilesi yerler:
*Hiç kimsenin bana söylemeye cesaret edemeyeceği şeyleri söylemeye karar vermişti, çünkü hiç kimse bunları söyleyecek kadar beni sevmiyordu. (syf,32)
*İspanyollar sosyal yardım yasalarından yararlanmak için sık sık hastalanırlarmış.. (syf,60)

*Hollanda’da erkeklerin birbirleriyle evlendiklerini ve başka bir yerde bir ölüyle bir canlının evliliğine bile izin verildiğini öne sürerek şaşırttı beni. (Syf,141)

18 Aralık 2013 Çarşamba

VE DAĞLAR YANKILANDI - KHALED HOSSEINI (ARALIK AYI OKUMALARIM)


Kitabın Açıklaması:

Abdullah ve kız kardeşi Peri 1952 Afganistan'ında Shadbagh'ın küçük bir köyünde babaları ve üvey anneleriyle birlikte yaşamaktadırlar. Babaları Sabri sürekli iş aramakta, yoksulluk ve çetin kış şartlarıyla mücadele etmektedir. Adı gibi güzel ve iyi huylu olan Peri, kardeşi Abdullah'ın her şeyidir. Abdullah, bir ağabeyden çok ana-baba gibidir. Onun için yapmayacağı hiçbir şey yoktur.. Hatta ağabeyi, Peri'nin koleksiyonuna katmak istediği o en değerli tüyü satın almak için tek çift ayakkabısını bile feda etmeye razıdır. Ve geceleri bir tek karyolayı paylaşmak zorundadırlar. Peri ve Abdullah, babalarıyla Kabil çölüne doğru yola çıktıklarında kendilerini bekleyen, hayatlarını birbirinden koparacak kaderin farkında değillerdir: Bazen bir eli kurtarmak için bir parmak kesilmelidir. Nesillerden ve kıtalar dan geçerek bizi Kabil'den başlayıp Paris, San Francisco ve Tinos'un Yunan adalarına doğru bir yolculuğa çıkaran Khaled Hosseini (Halit Hüseyni) yeni romanında, yaşamımız boyunca yaptığımız seçimleri, en yakınlarımız tarafından uğratıldığımız düş kırıklıklarını, bizi tanımlayan ve hayatımızı şekillendiren sınırları sonsuz bilgelik, derinlik, hoşgörü ve tutku ile anlatıyor.

Altını Çizdiklerim:

*...onun bebekken nasıl göğsüne yatıp uyuduğunu hatırladı;... onu büyüten kendisiydi.. (syf,31)
*Silo yani ekmek fabrikası.. (syf,36)
*Molla Şekip parmağını şekerli suyla dolu bir tasa batıracak, bebeğe emdirecekti. Parlak, siyah taşını ve çift taraflı usturasını çıkaracak, bebeğin göbeğindeki bezi onunla tutup kaldıracaktı. Malum ritüel... (syf,47)
*Ebenin bebeği kopma korkusundan gözü dönmüşçesine Pervane'nin boynuna dolanmış olan göbek bağından zorla kurtarması gerekti.
Masuma vaktinde yedi, vaktinde uyudu. Sadece beslenmeye ve temizlenmeye gereksindiğinde ağladı. (syf,55)
*... bir dilim kızarmış nan, yarım kase ceviz, azıcık kakule eklenmiş, şekersiz yeşil çay ve bir adet haşlanmış yumurta... (syf,84)
*...parmaklarımı soğan kokusundan kurtarmak için bir dilim limonla ovar..
...kendimi Nila'ya beğendirme gayretine öyle bir kaptırırdım ki, burnuma bir eşek arısı konsa, beni varlığından haberdar etmek için sokması gerekirdi. (Syf,85)
*Dünyanın neresinde olursa olsun, bir Müslüman'ın avucuna bakarsanız, çok şaşırtıcı bir şey görürsünüz. Hepsinde aynı çizgiler bulunur. Bunun anlamı mı? Anlamı, bir Müslüman'ın sol elinin ayasındaki çizgiler Arapça seksen bir rakamını, sağ ayasındakilerse on sekiz rakamını oluşturur. Seksen birden on sekizi çıkarınca kaç eder? Altmış üç yani Allah rahmet eylesin Peygamberimiz'in (s.a.v.) öldüğü yaş."
 (Yazara Not: Seksen bir ile on sekizi toplayınca kaç eder? Doksan dokuz (99) Allah'ın 99 tane ismi vardır. )
(syf,87)
*İkbal adındaki babası ve Pervane adındaki babanesiyle... (syf,257)
*..adeta kalıtımsal bir yetenekmişçesine sahip oluveren insanlardandı; tıpkı dilinizin ucunu kıvırıp rulo şekline sokabilmeniz gibi.
Bir sabah bize yolculuklarından söz etti-örneğin Ankara Çayı'nın kıyılarında gezindiği, içine azıcık rakı katılmış yeşil çay içtiği Türkiye seyahatinden ya da Bay Gianakos'la gittiğin Kenya'dan... (syf,291)
*Oğlanın adını öğrendim: Manaar. "Yol gösteren ışık" demektir. (syf,315)
*"James Parkinson, George Huntington, Robert Graves, John Down. Şimdi de bizimki, yani Lou Gehrig. Nasıl oluyor da erkekler hastalık adlarını bile tekellerine alıyor?" (syf,344)
*Kültür bir evse, dil de ön kapının ve içerideki odaların anahtarıdır, dedi... (syf,365)

YENİ DÜNYA - SABAHATTİN ALİ (ARALIK AYI OKUMALARIM)




Arka Kapaktan:

1930lu yıllarda öyküye taze bir soluk getiren Sabahattin Ali, hikâyelerinde insanın zavallılığını ve gücünü sarsılmaz bir üslupla, masalsı ve destansı biçimde yansıtmayı başardı. Şiir, hikâye ve roman yazan, çeviriler yapan Ali, tüm eserlerinde insan ruhuna ayna tuttu ve gerçeğe bu aynadan baktı. Türk edebiyatının büyük yazarından, içinde sinemaya da aktarılan Hasanboğuldunun olduğu 13 düşünen öykü... 

TADIMLIK

Bir Konferans Büyük şehirlerimizden birine yakın bir köyde yeni bir yatılı okul açılıyordu. Açış törenine maarif müdürü, müfettişler, şehrin mühimce adamları ve köycüler, bir kafile halinde otomobillerle gittiler. Köy halkı, bu golf pantolonlu, kasketli, kara gözlüklü, boyunları fotoğraf makineli kalabalığı, yolun iki yanına dizilerek, derin bir sükûtla karşıladı. Gelenler derhal yeni yapılan okulun önündeki meydanda toplandılar. Henüz kapatılmamış kireç kuyularının, inşaattan sökülmüş tahtaların, kum ve çakıl yığınlarının etrafında geniş bir halka oldular. Bunların arkasında, herhalde tahsil çağında oldukları için, köyün küçük yaşlı sakinleri birikmişti. Asıl köylüden, civar damlardan bakan birkaç kadından başka, kimse görünmüyordu. Gelenler birbiri arkasına birçok nutuklar verdiler, atılan dev adımlardan, köylerin nurlanmasından bahsettiler ve alkışlandılar. Sıra okulun gezilmesine geldi. Misafirler, henüz badana kokan binanın içini dolaştılar. Maarif müdürü davetlilere, binanın şurasında, burasında görülen sıva dökükleri, çatlaklar hakkında izahat verdi; henüz kati tesellümün* yapılmadığını, bütün bu kusurların müteahhide tamir ettirilmesine çalışıldığını söyledi. Efendim! diyordu, Nafıa mühendislerine meram anlatamıyoruz... Bakın, koridorlara döşenen parkeler daha okul açılmadan yerinden oynamaya başladı. Kontrole gelen mühendisler, amele fazla gezindiği için böyle olmuştur, müteahhidin kabahati yoktur, diye rapor verdiler... Yarın talebe bunların üzerinden uçarak gidecek değil ya, onlar da gezinecek, koşacak... Bu müteahhitlerle başa çıkamıyoruz efendim...Misafirler köy ve civarını da beş on dakika içinde iyice gezip dolaştılar. Köycüler yolda ve kahvede rastladıkları bazı köylülerle lafa girişmek teşebbüsünde bulundular. Aralarında köycülük tahsili için Paraguaya gidip senelerce kalmış biri vardı, sesini tatlılaştırıp yumuşatarak türlü şeyler soruyor, hiçbir şey ifade etmeyen kısa cevaplar alıyordu. Bütün gayretlere rağmen, konuşmalar birkaç sual ve cevaptan ileri gidemedi. Soran karşısındakinin acaba ne diye bu kadar her şeyden habersiz, vurdumduymaz olduğunu, sorulan ise ötekinin neden böyle ipe sapa gelmez şeyler sorduğunu düşünerek birbirlerinden ayrıldılar.Bu aralık, şehirden gelenlerin arasında bulunan bir iktisatçı, köylüye daha faydalı olmak isteğiyle, kooperatifçilik alanındaki bilgilerini kullanmayı akıl etti. Maarif müdürüne ve köye beraber gelmiş olan nahiye müdürüne: Tam fırsattır, şunlara kooperatifçilik hakkında bir konferans vereyim! dedi. Kendisi, memleketi sadece bu nevi şirketlerin yükselteceğine inanmıştı. Böyle bir teklifi kabul etmemeye imkân yoktu. Herkes: Pek güzel olur... Biz de istifade ederiz! diye samimi fikrini beyan etti.Yalnız, konferansı asıl dinleyecek olanların mütalaası* alınmadı. Köyde adam dolaştırılarak halk yeni okulun boş sınıflarından birine toplandı. Hatip duvarın dibinde yerini alarak boynunu ileri geri uzattı; mendilini çıkarıp gözlüğünün camları arkasındaki çipil gözlerini sildi. Köylüler henüz pek kurumamış olan çimento döşemenin üzerine oturmuşlar, şehirliler de sağ ve soldaki duvarların kenarına dizilmişlerdi.İktisatçı sözüne başlamadan evvel dinleyicilere, üst üste birkaç defa: Aman, sözlerimde anlamadığınız bir yer olursa hemen sorun! diye ihtar etti. Ondan sonra kooperatifçiliğin kısa bir tarihçesini yaptı ve tam kırk beş dakika, hiç durmadan, sözüne devam etti. Ara sıra dinleyicilerin yüzüne şüpheyle bakarak: Nasıl, anlıyor musunuz? diye soruyor, köylülerin evet makamında başlarını salladıklarını, bazılarının anladık, anladık! dediklerini görüp işitince emniyetle sözüne devam ediyordu. Karşısındakilere ancak bir kısmını verebildiği büyük ilim denizine dalmıştı. İstihsal* kooperatiflerine gelince..., İstihlak** kooperatiflerine gelince..., Kooperatifçiliğin memleketin ekonomik bünyesi üzerinde yapacağı şifakâr tesirlere gelince... diyerek meseleyi her tarafından ele alıyor, tüketmeden bırakmıyordu.Nihayet, ağzı kurumuş, fakat gözleri kendi sözlerinin heyecanıyla yaşarmış bir halde, ve: Söyleyin bakalım, şimdi aklınız yattı mı? Beni iyice anladınız mı? sorusuyla konferansını bitirdi.Bütün köylü dinleyiciler, derin bir uykudan uyanır gibi kımıldadılar.Çok doğru dedin!.. Hepimiz anladık! diyerek hatibi mükâfatlandırdılar, sonra hep birden yerlerinden kalkıp bir kenara çekilerek misafirlere yol verdiler.Herkes çıktıktan sonra içerde beş on köylü ile nahiye müdürü, bir de şehirden gelenler arasında bulunan eski bir köy öğretmeni kalmıştı. Bu sonuncusu, şüpheyle dolu gözlerini, kabahatli gibi hepsi önlerine bakan köylülere çevirdi: Ülen, ne anladınız o efendinin dediklerinden? diye sordu.Köylüler cevap vermeden birbirlerinin yüzüne baktılar. Nahiye müdürü, öğretmenden cesaret almış gibi, gülümseyerek:Hadi canım, doğrusunu söyleyin... Ben bile bir şey anlamadım da, siz ne anlayacaksınız? dedi.Bunun üzerine köylülerin birkaçının yüzünde hafif bir gülümseme dolaştı. Nihayet içlerinden orta yaşlı biri genç nahiye müdürünün ve yaşlıca öğretmenin yanına sokuldu:Aslını ararsan biz de bir şey anlamadık amma, müdür bey... dedi, ne idelim, dinledik işte!..Öğretmen, bir talebesini paylar gibi:Peki, ne diye anlamadık demediniz öyleyse? Adamcağız kaç defa sordu da!.. dedi.Köylü, içinden gelen bir gülüşü zapt etmek istiyormuş sandıracak kadar ciddi bir çehre ile:Aman beyim! dedi, Anlamadık diyelim de bir daha baştan mı anlatsın?1941* Teslim alma.* Düşüncesi.* Üretim.** Tüketim. 

KIRMIZI PAZARTESİ - GABRIEL GARCIA MARQUEZ (ARALIK AYI OKUMALARIM)



Kitap Açıklaması:

Her yazar, yazdığı en son romanın en iyi romanı olduğunu sanır. Benim bu romanım için böyle düşünmemin nedeni, yapmak istediğimi tam olarak gerçekleştirebilmiş olmamdır. Romanlar, yazılırken yazarlarının elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri, kendi özyaşamlarına dönerler, en sonunda da canlarının istediğini yaparlar. Ben hiçbir romanımda bu romanımdaki kadar ipleri elimde tutamadım. Belki bunu konu ve hacim nedeniyle başarmışımdır. Konusu çok sert olan ve hemen hemen polisiye bir roman gibi işlenen bir roman bu. Üstelik oldukça da kısa. Sonuçtan hoşnutum. Bundan önce de en iyi romanım Yüzyıllık Yalnızlık değil de Albaya Mektup Yazan Kimse Yok adlı yapıtımdı. Ben öyle sanıyordum; ve bunu da sık sık söyledim. Şimdi de en iyi romanımın Kırmızı Pazartesi (Gronica de Una Muerte Anunciada) olduğunu sanıyorum.

Altını çizdiklerim:

*...tarihteki büyük kraliçeler gibi göbek kordonu boynunun çevresine sarılı olarak doğduğunu anlatırdı annem. (syf, 35) (benim doğumum da çok zor olmuş. Annemin göbek kordonları boynumun çevresine dolanmış ve geç kalınsaymış ikimizi birden kaybedebilirlermiş. :(: )
*... ishalini kesen, aynı zamanda ikiz kardeşinin rahat rahat işemesini sağlayan mucizevi çarkıfelek ve pelin çayını salık veren ... (syf,82)
*...kurbanın kalbini bulmaya çalışmış, ama domuzların kalbinin bulunduğu ta koltuk altında aranmıştı.(syf,117)

Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü (Aralık Ayı Okumalarım)



TADIMLIK
İlkbaharla birlikte ılık havalar başladığında uzun yürüyüşlere çıkıyorum. Bazı günler Günk de olmuyor. Bulvardaki tramvay rayları sökülmeye, ağaçlar kesilmeye başlanıyor. Yollar genişletilecek. Toz, toprak ve çamurlar içindeki çukurlardan geçiyorum. Henüz yıkılmasına başlanmamış, havuzlu Saraçhane Parkından iniyor, Aksaraya doğru yürüyorum. Bulvarın sol kıyısında yükselen apartmanları seviyorum. (Geniş bir bulvarda oturabilme tutkum var. Evimizin önünde yol olmayışı beni üzüyor. Bulvarlarda oturabilenleri kıskanıyorum. Şimdilerde kimseyi ve hiçbir bulvarı, hiçbir evi kıskanmıyorum. Her yerde kalabilirim. Ama o bizim, önünü gecekonduların kapattığı evimizde bir gece bile oturamam. Hiç düşündünüz mü? Ölen bir insanı gerçekten bir kez daha görebilir misiniz? Ölen bir okula gidebilir misiniz? Ölen bir evde uyuyabilir misiniz? O yıllar öldü. O yılları bize öldürecek biçimde yaşattılar.) Yenikapıda henüz birkaç çayevi var. Sahil çakıl taşlarıyla dolu. Tren yolunun altından geçilince, odun depoları sahil boyunca dizili. Denize yakın bir yerde, taşlara oturuyorum. Önümde uzayan, gri mavi Marmara Denizine uzun süre bakıyorum. İçimdeki kıpırdanışları dinliyorum. Bir şeylere açılmak, bir yerlere koşmak, dünyayı kavramak istiyorum. Dünyanın bize yaşatılandan, öğretilenden daha başka olduğunu seziyorum. Oysa o yıllarda bu kaygılara çözüm getirecek hiçbir olgu yok. Yönetime karşı bir direniş başlamış. Soygundan, antidemokratik eylemlerden söz ediliyor... Ama yaygın olan yalnız varoluşçuluk. Marmaranın gri mavi boşluğuyla bağdaşan varoluşçuluk. Odun depolarının yanından, tren istasyonunun altından geçiyorum. Ayakkabılarımın altında taşınması güç çamurlar birikiyor. Eve dönmek istemiyorum. Kentin uğultuyla yaklaşan akşamında herhangi bir yerde olmak istiyorum. Ama kararan gökyüzüyle birlikte, evin sönük ışıklarına, gerilimli, rahatsız havasına dönmek zorundayım. Cumartesileri kabarık, kolalı jüponlar giyip, kentin yeni oluşan, daha zengin mahallelerindeki lokallere dans etmeye gidiyoruz. Buralarda küçük masa başlarında birkaç içki içerek oturuyoruz. Orkestrada ya da plaklarda günün moda şarkıları çalınıyor. Romantik İtalyan şarkılarını çok seviyoruz. Taşra düğünlerinin teneke havasını anımsatan, ama garip bir duyarlık var bu şarkılarda. Günk, hafta sonları bize gelmiyor. La lune es o es şarkılarıyla dans etmiyor. O hafta sonlarını da Dostoyevski, Turgenyef, ya da Çehovun dünyasında geçirmeyi yeğliyor. Oysa bizim artık sevgililerimiz var. Delikanlılar. Pantolonları, ayakkabıları şık, yeni yeni çıkan sakallarını tıraş eden, kokular süren, Avrupa kazaklar giyen sevgililerimiz var. Onlar çamur yığınları içinde değil, Nişantaş, Şişli, Topağacı gibi zengin semtlerde, büyük görkemli apartmanlarda oturuyorlar.

Arka Kapaktan:

Tezer Özlünün bu ilk romanı, yaşamın yalnızca başlangıcını oluşturmakla kalmayan, sürekli dönülen, belki de hiç çıkılamayan çocukluğu yansıtıyor. Yetişkinlerin, tıpkı çocukluğa olduğu gibi, farklılığa da aman vermeyen dünyasına karşı yazar anıların çıplak gerçekliğine sığınıyor. Tezer Özlü, Türk edebiyatının nostaljik prensesi. 

Altını çizdiklerim:

*Çocukluğun soğuk geceleri de. Sonbaharda Burgaz Adası'na gitmek büyük bir coşkudur. Ilıkla, soğuk arası hava, yeşil çalılarla dolu tepelere tırmandıkça ısınır... (syf,30)
*Üç, dört yaşımdan beri bir erkeğe gereksinme duyuyorum ve artık yanımda bir erkek olmadan uyuyamıyorum.(syf, 42)
*Güneş, Vaniköy tepelerinin ardından doğmadan önce, deniz yüzeyi grileşir. Sonra ufku kırmızı, mor renkler bürür, ağaçlar ilkin birer koyu gölge olur. Sonra yeşilleri ortaya çıkar. Güneş, ılık kırmızılığıyla doğduğunda, balıkçılar artık balıktan dönmüştür. (syf,63)
*Birbirimizden hep uzağız. Her gece birlikteymiş gibi yatıyoruz. Hep birlikte olmak istiyor gibi yatıyoruz. (syf,64)

YOLDA - BUKET UZUNER (EKİM AYI OKUMALARIM)



Arka Kapaktan:

BUKET UZUNERin  kitabı YOLDA tamamı yollarda geçen hepsi sıradan insanlarin küçük ama sıradışı yol hikâyelerinden oluşuyor.Uzun yolculuklarda yanımızda oturan bir yabancıya bazan en büyük sırrımızı, en tuhaf hikâyelerimizi rahatça anlatırız; çünkü onu bir daha görmeyeceğimizi biliriz. Ama bazan yanımızda oturan gezgin, aslında yollardan hikâyeler toplayan bir yazar olabilir ve bir gün bambaşka bir ad ve renkte kendi hikâyemizi onun sözcükleriyle yazılmış olarak bir kitapta okuyabiliriz... Elbette edebiyatın ‘esirgeyen gökleri , ‘kışkırtıcı rüzgarları ve ‘ürperten yağmurları eşliğinde. 

Altını çizdiklerim:

*syf9, ”Gezginler, şairler ve yalancılar işte aynı anlama gelen üç sözcük!” Richard Brathwaite
*Syf9, seyahat, seksten ve dans etmekten sonra insanların hayatta en fazla zevk aldıkları fiziksel aktivitedir.
*syf,11 Yazarlar, kadın kılığında bir esin perisinin kötü bir erkek efsanesi olduğunu iyi bilirler. Çünkü yazarlara en parlak fikirler genellikle başak iyi bir yazarın kitabını okurken, bir ressamın, bir sinemacının, fotoğrafçı veya bestecinin eserini izlerken, dinlerken geliverir.

*syf,31 Ekela, Hawaii dilinde yardım anlamına gelir. Çünkü bizim kültürümüzde yardım çok önemli ve kutsal bir kavramdır.

PERİ GAZOZU - ERCAN KESAL (EYLÜL AYI OKUMALARIM)










Arka Kapaktan:

“Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum başlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor. Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz: ‘Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın.’ Bu kadar.” Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, anne baba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanmak üzerine… Vefalı bir oğulun gözüyle. Bilhassa ölümün, ölümle baş etmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine… “Alışmaya” direnen bir hekimin gözüyle. Taşranın sıcak kucağı ve serin kasveti üzerine… Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladının gözüyle. Türkiye’nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi… Kalbi avucunda birinin gözüyle. Ercan Kesal’dan, aynanın kenarındaki fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikâyeleri.

Bu güzel kitabı bana Sevgili arkadaşım Jülide'ciğim aldı onun hediyesi. Çok mutlu olmuştum aldığında çünkü çok okumak istediğim bir kitaptı. Buradan da ona çok teşekkür ederim. :) (Müjdat Hoca'nın tavsiyesi üzerine alınmıştır)

Altını Çizdiklerim:
*Benim betim benzim  pek soluktu. Kim demişse, "Bunda solucan vardır benzin içir, geçer," demişler.(syf,23)
*Ivo Andriç'in "Drina Köprüsü.." İlk kitabım... (syf,23)
*Cem Karaca'nın şarkısı: 
"Küçük kardeş bu yıl Siyasal'a gidecek, 
Paltoya para yok ki, o da parka giyecek". (syf,27)
*Mevlüt oğlu 1959 doğumlu Ercan Kesal, huzura alındı, usulen yemin ettirildi ve ölüm nedeni soruldu..."(syf,36)
*Neşet biraz sıkıntılı sanki. Bir an duruyor ve aynısını kırk sene sonra, İstanbul'da bir açık hava konserinde duyduğum bir cümleyle, izin istiyor seyircilerden:
"Ayağınızın turabı, göğnünüzün hizmatçısıyım. Şu cekattan bir kurtulayım müsaade ederseniz." (syf,40)
*Baban, çiftçiykende böyleydi kuzum. Kulüpte gider, öğretmenin, savcının yanına otururmuş. Amcan kızardı, 'kendin gibi çarıklılarla otur, ne işin var iskarpinlilerin yanında,' diye. Hiç sesini çıkarmaz. gine bildiğini okurdu baban..." diye anlatırdı annem, gururlu bir şikayetle. (syf,43)
*Adımızı sorarız birine, o bize adını söyler" Edip Cansever (syf,45)
*Ağır, eski bir ahşap kapıdan giriliyor içeriye. Üç basamak sonra genişçe bir avlu. Avlunun en dibinde, çok daha derinlere gittiğini hayal ettiğim tafana denilen karanlık ve serin bir mağara. Tafananın ortasında bir seren. Üzerinde her daim bir tuluk asılı olur. Şişman ve pembe bir koyun gövdesi. İçi tıka basa taze peynirle dolu. (syf,45)
*Kim sorarsa adını, kendi adını söyleme. Kaynananın adını söyle. O zaman sıkıntı çekmezsin işte. (syf,46) :)
*Ördek mi? İsminiz Ördek mi yani? (syf,50)
*Benden iki yaş büyük abimle, "Eskişehir Süs" markalı sobamızın altına inen sıcak küle patates gömmeyi keşfetmişiz. 
*Kemal Tahir'in "Yediçınar Yaylası.", Jules Verne'nin "Esrarlı Ada" .(syf,53)
*Annem, babamın gazozhanede şerbet yaparken kullandığı şeker çuvallarından iç çamaşırı diktirmiş. Neşeyle giyiniyorum. İyi güzel ama, biraz sert ve hafif kaşıntı yapıyor sanki. Sorun değil. Yalnız, külotun hemen arka tarafında Kayseri Şeker Fabrikası'nın mührü var. (syf,54)
*Oğlum bu memlekette keçi etine koyun eti damgası basar, satarlar. Sen sonra uğraş dur ben keçiyim diye. Müsak "komünist" mührünü, ömrünüzün sonuna kadar çıkaramazsınız. Hadi gidin buradan. (syf,56)
*Kapıya gelen dilenciye yiyecek verirken sevap bana yazılsın diye yarış yapılan bir evde büyüdüm ben. (syf,66)
*Dedemden öğrendiğim, "insan olmak" kendi mutlu olduğun şeyleri yanındakilere de iletmektir. İnsan, kendinde olmasını istediği herhangi bir şeyi bir başkası için de aynı şiddette isteyebiliyorsa "insanım" diyebiliyor.
Birbirimizin hayatlarının içindeyiz ve insan olmak galiba "diğerkam" olmaktan geçiyor. (syf,72)
*Göbeğin altından mesaneye bir iğneyle girerek, birikmiş idrarı dışarı akıtmak. (syf,84)
*Pantolonumun belinde kalınca bir ip... Kendir..."Avanos'un uşağı, kendirdendir kuşağı..." Gazozcu Mevlüt'ün Peri Gazozları Sloganı da çok masum: "Peri bacaları diyarında peri içilir." (syf,87)
*Ha deyince elmayı dalından, yıldızı yerinden kopardığım, imkansızın farkında olmadığım yıllar. (syf,89)
*Bornova... On sekiz yaşındaki bir kızın gece gülümsemesi. Küçükpark, Çınar Pastanesi... (syf,96)
*Sabahın ilk saatlerinde okula giden öğrenciler, yoksul çantalarını buğday pazarının duvarına yaslamış, sakızdan çıkan "Yılmaz Güney" kartlarını gösteriyorlardı birbirlerine. (syf, 99)
*İnsanın yaşayacağı en tahammül edilmez acı, yanık acısıdır. Bunu hiç unutmayın ve ne olur yanmış hastalarınızın önce acısını dindirin. (syf,102)
*Yeniden kullanılmak üzere kazınan, fakat kazındıkça eskiden yazılanların parça parça ortaya çıktığı parşömenler gibi bir hayat. "Palemsest" yani. (syf,103)
*Burger. "Budama hastalığı" yani. Genellikle sigara içenlerde görülen bir hastalık. Sigaradan vazgeçmediği için bacağından vazgeçecek. (syf,113)
*Şimdi arkanıza yaslanın ve bir an düşünün n'olur. Bir baba, on sekiz yıl önce öldürülen ve kaybedilen oğlunun, kafatası ve kemikleri, yanmış halde bir kuyunun dibinde bulundu diye sevinç gözyaşları döküyor! Bundan sonraki tüm sevinçlerim bu ülkeye haram olsun...(syf,115)
*Zavallı valizimin bir türlü kapanmayan fermuarını halı dokurken kullanılan kındapla bağlamıştı annem ve kındapın annem gibi koktuğunu keşfetmiştim. Sonraki geceler koynumda annemin kokusu, kındapla uyudum hep.(syf,118)
*Hastayı daha muayene etmeden, kapıda ilk gördüğünüz anda teşhisinizi koymalısınız. Çünkü, her hastanın ayrı bir yürüyüşü, bakışı ve ayrı bir kokusu vardır. 
Manisalı bir aile ev yapımı konserve yapmışlar patlıcandan. Tüm aile oturmuş yemiş konserveyi. Çok kuvvetli  bir zehir üremiş meğer konservede: Botulismus. Yedisi birden ölmüş.(syf,119)
*...Yataktan inerek yere battaniyenin üzerine sırtüstü yattım. Annem, elindeki boş reçete kağıdını iğneyle delerek bir yandan mırıl mırıl dualar okuyor, bir yandan da Kızılderililer gibi etrafımda dönüyordu. Beş altı tur attıktan sonra sobanın yanından aldığı kibritle delik deşik olmuş reçete kağıdını yaktı. Küllerini yine dualar okuyarak üzerime serpti. Başımdan ayak ucuma kadar sıvazlayarak işini bitirdi.(Nazar için) (syf,137)
*Eskiden el yazması kitapların içine "ya hafız, ya kebikeç" yazılırmış. Bu duanın, kitabı haşarattan, nemden ya da yangından koruduğuna inanılırmış. Ve yine rivayet olur ki bu yazının mürekkebi böcekler için zehirli olan düğünçiçeği bitkisinin suyundan yapılırmış. Özel bir mürekkeple yazılan bir tür muska yani: "koruyan, esiyrgeyen kebikeç" anlamında... (syf,150)
*... hiçbir şey yapmamaya karar veremeyen erkekler gibi, çok önemli bir şeye karar vererek (!) askere gitmiş... (syf,175)
*"litost" kelimesine rastlayıncaya kadar. Çekçe bir kelime. Yalnızlık, hüzün, öfke, hayal kırıklığı, utanma, çaresizlik, isyan ve daha birçoğu. Hepsini kapsayan bir kelime. Derin bir "iç çekiş" yani. (syf,176)